ÇıNARLı KUBBELI MAVI BIR LIMANDAN ARTA KALAN

Şimdilerde o keşmekeş içinde olamıyor ama geçmişte Ayasofya'nın üst katına çıkıp bir köşeye oturduğunuzda, neredeyse görünür olan bir sessizlik fanusu içinde hikâyelerini fısıldardı size şehir. Yazarların ve şairlerin de İstanbul'u anlatan eserlerinin hep bu fısıltılarla yazıldığına inanmışımdır. Çünkü o büyüyü keşfeden, o saklı büyücüyü bulan anlatabilir ancak İstanbul'u

Eski İstanbul'a çıkan yollar                                                  Fotoğraf: Önder Kaya

İstanbul uzmanı, yazar Önder Kaya, doğup büyüdüğü, hakkında kitaplar yazdığı kentten söz ederken gözleri parlar; sevgilisini anlatan tutkulu bir âşık gibi konuşur. Geçenlerde, şehrin az bilinen kimi özel noktalarını gezerken "nüfusun niteliği ve niceliği son zamanlarda çok değişti, öyle sanıyorum ki şehir dönüm noktalarından birini yaşıyor" dedi. Onu dinlerken "herkesin İstanbul'u farklı galiba" diye geçirdim içimden. O bir şeyler anlatıyordu ama ben başka şeyler görüyor ya da hatırlıyordum. Bir ara hayalle gerçeğin birbirinin yerine geçmesi gibi birden çok İstanbul'un üst üste basılmış fotoğraflara benzer şekilde, katman katman içimizde yaşadığını fark ettim. Karaköy sahilinde, Topkapı Sarayı'nın, Ayasofya'nın ve Sultanahmet Camisi'nin çerçevesini oluşturduğu, her şeye rağmen kaybolmamış o olağanüstü siluete bakarken, 1970'lerin ortasında, Karabiga'dan kalkıp gelen vapurun içinden gördüğüm o heyecan verici İstanbul görüntüsü de bir anda geliverdi çocukluk anılarımın derinliklerinden. Güvertenin parmaklıklarına abanarak soluksuz seyrettiğim kent hem bir hayal hem bir gerçeklikti. O ilk görüntünün neden bu kadar değerli olduğunu ve İstanbul'u İstanbul yapanın neden hayaller ve imgeler olduğunu Murathan Mungan, Aşkın Cep Defteri'nde anlattığında anlayabildim, yıllar sonra:

"Her gün bildiğim İstanbul'u değil, yazarların anlattığı İstanbul'u özlediğimi fark ediyorum; bir zamanlar okuduğum kitaplardaki İstanbul'u. Benim özlediğim, burnumun dibindeki İstanbul'dan çok, eskiden benim de bir gün içinde yer alacağımı hayal ettiğim o İstanbul'a ilişkin sayfalara yönelik bir hasret bu; İstanbul'un kendisinden çok, ondan yapılan edebiyatı özlüyor gibiyim. Ya da bir zamanlar, diyelim büyüme çağlarımda, o sayfaları okurken, masum bir heyecan içinde hayal ettiğim İstanbul, o hiç değişmemiş, hep öyle duruyor, beni bekliyormuş ve bir gün ben de onun içinde yerimi alabilecekmişim gibi hissettiğim İstanbul."

O gün bugündür, İstanbul, Sait Faik ve Yaşar Kemal başta olmak üzere birçok yazarın ve şairin belleğime yerleştirdiği dizelerle, cümlelerle yaşıyor bende. Eminim herkeste öyledir. Ancak bu durum benim gibi İstanbul dışında yaşayıp arada bu kente gelenlerin zihninde daha kalıcıdır, şaşırtıcıdır. Gerçekten de şaşırtıcı çünkü İstanbul bütün değişimine rağmen gizemini de korumayı biliyor. Örneğin, Sirkeci'den yukarıya, Cağaloğlu'na doğru kıvrılırken sadece üst katını gördüğünüz eski ama sıradan izlenimi veren ve bugün İstanbul Ticaret Borsası olan yapının aslında Hamidiye Medresesi olduğunu nereden bileceksiniz? Tarihçi J. Hammer'in Osmanlı Tarihi'ni yazarken bu binada, büyük, ışıklı bir odada çalıştığını, medresenin zengin kütüphanesinden yararlandığını eğer özel ilgi alanınız değilse nasıl tahmin edeceksiniz? İstanbul Üniversitesi'nin ana kapısından çıkıp sağa kıvrılarak biraz yürüyüp tam karşıya baktığınızda, elektrik idaresinin altındaki taş duvarı, belli belirsiz duran kemerleri eğer çok dikkat etmezseniz göremezsiniz. Böyle hikâyesini saklayan binlerce yer ve mekân değişimin gelip geçiciliğini anlatırken, yazarların ve şairlerin zihnimize yerleştirdiği İstanbul da hayalle gerçeğin buluşma noktalarını işaret ediyor. Fikret Adil'in Asmalımescit 74'ünü okuyunca o daracık, yorgun, hatta sıkıcı sokaklardan geçmenin anlamı da değişiveriyor birden. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı yazdığı Hayriye Caddesi'ndeki ev ve onun birkaç sokak ötesindeki Masumiyet Müzesi de başka hikâyelerle İstanbul'u fısıldamaz mı insanın kulağına? Balat'ta kendi ayak seslerinizi dinleyerek yürüyüp yorgun evlere bakarken eski zaman cümlelerini bulmaz mısınız cam kenarlarında, kapı önlerinde? Emirgân'daki Aşiyan, bir İstanbul küskünü Tevfik Fikret'in hikâyesini barındırırken, Büyükada'daki Reşat Nuri Güntekin, Heybeliada'daki Hüseyin Rahmi Gürpınar, Burgazada'daki Sait Faik müze-evleri içinde yaşamayı arzuyla istediğimiz İstanbul'un işaret taşları değil midir? Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul adlı romanında şu tanımlamayı yapmıştı:

"İstanbul'un tuhaf yanı, cevaplardan çok soruları sevmesiydi. Mutluluğu karabasana çevirebilir veya tersi, umutsuz yatılan bir gecenin ardından sevinçli bir sabahı başlatabilirdi. Belirsizlikten güç alırdı. Kentin kaderi diyorlardı buna."

Yanıtlardan çok sorulardan oluşan bu kentin kaderi, Byzantion'la başlayıp günümüz megakentine kadar hiç değişmedi bana kalırsa. Argos kralının güzel kızı İo, burada Zeus'tan bir kız çocuğu doğurduğundan beri şehrin temelinde aşk ve çekişme var. Tanrıların aşkı biz fanilerin hayatına da sızmış, bu duygu Konstantinopolis'in, sonra Konstantiniyye'nin, Dersaadet'in ve nihayet İstanbul'un ruhunu oluşturmuştur. Belki bunun için büyücülerin şehridir orası, belki bunun için her köşesindeki gizemli hikâyelerle örülmüştür tarihi. Şimdilerde o keşmekeş içinde olamıyor ama geçmişte Ayasofya'nın üst katına çıkıp bir köşeye oturduğunuzda, neredeyse görünür olan bir sessizlik fanusu içinde hikâyelerini fısıldardı size şehir. Yazarların ve şairlerin de İstanbul'u anlatan eserlerinin hep bu fısıltılarla yazıldığına inanmışımdır. Çünkü o büyüyü keşfeden, o saklı büyücüyü bulan anlatabilir ancak İstanbul'u.

Nâzım Hikmet, Mavi Liman şiirinde "Çok yorgunum, beni bekleme kaptan/ Seyir defterini başkası yazsın/ Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman/ Beni o limana çıkaramazsın" demişti, hasretle. Çınarlar ve şehrin siluetinin simgesi kubbeler bir yana, bir seyir defteri kaldı mı ondan da emin değilim. Tarih boyunca vandallar seyir defterinin ele geçirebildikleri sayfalarını yırttılar. Son sayfalar da sağcıların yıkıp betonlaştırma aşkının kurbanı oldu. Adnan Menderes'in eliyle işaret ettiği her yer, yeni yollar, bulvarlar için yerle bir edilirken seyir defterinin de sonuna gelinmişti. Şimdi şehir de yorgun. İstanbul Büyükşehir Belediyesi "Kültürel Miras" tanımlamasıyla bu kentin elini Süleymaniye'den tutup yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyor; umarım başarırlar.

Şehrin toplumsal zihnimizdeki büyük anlamları, bireysel belleğimizdeki derin çağrışımları kıyıda köşede öylece yaşamaya devam ediyor aslında. Bir meyhanede, bir kulede, bir sokakta, bir vapurun güvertesinde, bir köprüde, bir caminin bahçesinde, bir kilisenin, sinagogun önünde, bir kitapçının vitrininde soluk alıp veriyor. Edip Cansever'in "yok olan şeylere benzerdi" dediği eski trenlerin tıkırtısında, sadece filmde kalan Çiçek Abbas'ın minibüsünde, İstiklal'de kör bir kapı olarak baktıkça içimizi sızlatan Markiz'de, şimdi kimbilir hangi işhanına sığınmış olan Simurg Kitabevi'nde yitik kelimelerle fısıldıyor serencamını. Belki de bunun için Bedri Rahmi Eyüboğlu "İstanbul deyince aklıma bir masal gelir/ Bir varmış, bir yokmuş" demişti. Attila İlhan herhalde bu nedenle "koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim" diye tanımlamıştı kenti.

Herkesin başka bir İstanbul'u var, doğru ama ol hikâyat da hepimizi anlatıyor ve tek tek hayatımızı belirliyor. Onsuz olamıyoruz.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

  ]]>

2024-07-06T19:40:45Z dg43tfdfdgfd