TüRKIYE: BIR ORMAN MASALı!

Masal bu ya… Masallar ölür mü?

Ağaçlar şöyle bir bakmış, insanların cehennemî alevleri "bir orman gibi kardeşçesine" yaşadıkları tabiatı ateş topuna döndürürken…

Aaa, o da ne, zaten devlet, yani iktidar da çok sayıda ormanlık araziyi imara açmış!

"Çok garip, değil mi" diye sormuş bir ağaç, dehşet içindeki kardeşine: "Orman yangınını felaket olarak görüp sonra benzer ormanları yok edecek kararlar almaları" diye eklemiş.

Son nefesi dumana boğulmuş bir diğeri, çoktan tutuşmuş dallarının dökülüşüne kahrolup bir canlı olduğu halde hiçbir şey yapamamanın acısıyla seslenmiş:

"Çok garip çünkü burada bizimle birlikte ormanın canlıları da yok oluyor. Devlet kararıyla betonla yok ettikleri ormanlarda da onların yaşam alanları ve hayat hakları öldürülüyor."

"Ah evet" demiş, bir keçinin kendi canını bırakıp kurtarmaya çalıştığı daha cılız bir ağaç: "Sahillere yakın ormanları, koruları da yakıyor, yakılanların yerine para hırslarını döküyor, hızla oteller dikiyor ve hayat hakları ellerinden alınmış yaban domuzları neden çöplerimizi karıştırmaya sahile kadar indi, diye köpürüyorlar bir de."

Çizgi: Tan Oral

Kanadı kırık bir kuşa yuva olmuş yaşlı ağacın son arzusu, bir damla olsun yağmurmuş, onu biraz daha koruyabilmek için, olur a belki uçup kaçar, belki canı alevlere direnir umuduyla:

"Esas garip olan ne biliyor musunuz? Şu yangında devletin birçok görevlisi canı pahasına bu alev saldırısını dindirmek için didiniyor ama aynı devlet tek bir kişinin kararıyla yangın çıkmamış orman arazilerini bile betona çeviriyor. Buradaki halktan insanlar, kimi bizim için, kimi yerleşimlerine ulaşmasın diye gayret içinde, insanüstü çaba harcıyor, omuz omuza veriyor ama artık aynıları mı, başkaları mı bilmiyorum, ormanları da kendi geleceklerini de yok eden bir düzeni kabulleniyor, hatta destekliyor."

Bedenini saran alevlere teslim olmakta olan bir başkası, veda eder gibi adeta, son sesini uzatmış, dumanlara boğulmuş sessizliğinin son sesini, boğuk boğuk: "Diğer canlılara, tabiata, hayvanlara saygısı olmayanların zaten bir diğerine de saygısı yok. Ötekini yok etmek için kin, nefret kin, hiddet, şiddet dolmuş insanın esas cehennem azabı bu. İhtirasın, arsızlığın, tahakküm ve istila tutkusunun esiri olmuş insanlar ve yönetenleri, tahayyüllerindeki cehennemi, hani ölümden sonra sözde gitmekten korktukları, bu yüzden inançlara, dualara sarıldıkları, zebanilerle tasvir ettikleri cehennemi bizzat kendileri yaratıyor. Öldüklerinde cennete gitmekten bahsedenlerin, bizim bedenimizle yapılmış tabutları sözde cennete uğurlananların, yaşarken cenneti yok etmelerini anlayamı…"

"Ah" demiş, alevler içinde ahları da kül olmakta olan sonuncusu: "Cennet dendiğini duydum, soluğum tutulurken bile acı acı güldüm. Uzun uzun anlatmanıza gerek yok, son anınızda bile insanları anlama çabanız nasıl hüzünlü. İyi insanların kifayet etmediği bir cehennemde, Cennet Koyu diye bir yer bilir misiniz? Orasını bile, kendi sözde yargı kararlarını da dozerle ezerek, kayırdıkları doymak bilmez sermayelerinin aç gözlüğüne yediriyorlar. Daha yeni bir yangında 15 insanını kaybeden bir halk bile uyanamıyor; zanlı elektrik şirketi adeta kollanıyor. Ölmeden önce gözünüzü açın, bunlar cennet düşmanı zaten!"

Sonra hepsi bir bir devrilmiş. Bir diğerinin omuzuna mı, birbirinin dalına tutunarak mı, kül küle toprağa uzanıp bir ötekine karışarak mı?...

Yangınlar "kontrol altına" alınmaya çalışılıyor; orman arazilerini imara, peşkeşe, işgale, ranta açan imzalar ise kontrol edilemiyormuş! Çıldırmış yağmacılık, çıldırmış.

Fransa: Bir özgürlük masalı!

Bir varmış bir yokmuş, "liberté, égalité, fraternité" varmış; "hürriyet, müsavat, uhuvvet" diye buralara uzanmış, "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" olmuş dillerde.

Bir Devrim varmış, Kral'ın ve Kilise'nin saltanatı ile Bastille'i yıkmış. Bir devrimcinin yazdığı "yürüyüş" marşını bile bugüne miras "milli marş" yapmış.

Kendi evlatlarını da giyotine yollamış sonra; "Aydınlanma" derken sömürgeciliğe de koşmuş; "aydınlatma" diye diye "yerli halkları" sindiren imparatorluk çıkarmış. 1848 devrimi ve 1871 Paris Komünü nefretle ezilmiş.

"Emperyalizm" yerleşmiş "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" üstüne. "Amerikan Devrimi"ni gerçekleştirenlerin bile köle sahibi olmaları, köleciliğin ve ırkçılığın silinememesi, yerlilerin işgal ettikleri toprakları gibi yeryüzünde başka "yerlilerin yerleri"ne saldırmaları, darbe organizasyonlarına koşmaları, dünyadaki en gerici rejimleri desteklemeleri, "sermaye tahakkümü"nü dünyaya özgürlük diye sunmaları gibi.

Tabii tam aynı değilmiş. Çünkü devlet ve rejim ne olursa olsun, içindeki soldan, cumhuriyetten, sanattan, şiirden, resimden, sinemadan, müzikten, felsefeden, bilimden insanlarıyla, ırk, din ve milliyet ayırmadan özgürlükleri de hep kovalamış; eşitlik hayaliyle kardeşlik tutkusu sönmemiş.

68'i ilham ve umut ve esasen gencecik bir hayal diye sunmuş dünyaya. Hem de "faşist işgal"in ve işbirlikçi rejimin üzerinden çeyrek asır bile geçmeden, hem de "Kurtuluş Kahramanı" bir cumhurbaşkanı varken; "Direniş" ruhu parlamış, sönse de izleri kalmış kuşaklara ve mirası da tarihe.

Devrim'in üzerinden 235 yıl geçmiş. "Seçim" yapmışlar ve halkın üçte birinden fazlası "ırkçı faşistler"e oy vermiş. Sömürgeleştirerek iliğini emdikleri halkların çocukları "kendi" ülkelerini rahatsız ediyor diye. "Milli" takımları o marşla sahaya çıktığında, "koyu renkliler" onlara şampiyonluk getirse de, 2016'dan beri Harvard ve MIT'nin ortak doktora programına kabul edilen ilk Fransız olan ve yapay zekâyı hinlik için değil, kanserle mücadele için kullanan biomedikal mühendisin adı Abdullah olsa da.

Peki, son kalan bir ağaca sormuş olalım, alevler içinde bile, boynunu çoktan bükmüşken, diz çökerken dahi:

"Özgürlük, eşitlik, kardeşlik" tutkusu faşizmin alevleriyle kül olur mu? Kül, faşistlere kul olur mu?

Soldan merkeze "cumhuriyetçi" partilerin birbirini izleyen "Faşizme karşı dayanışma" çağrılarıyla "direniş" ruhu küllerinden doğar mı?

İnsanın özgürlük umudu, eşitlik hayali, kardeşlik sevdası kendi sınırlarını da devlet sınırlarını da aşar mı?

"Bir ağaç gibi hür ve tek ve bir orman gibi kardeşçe" sadece şiirde kalır mı?

Masal bu ya… Masallar ölür mü?

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

    ]]>

2024-07-01T19:31:22Z dg43tfdfdgfd